…Yaklaşık iki bin adım gitmişlerdi ki, Don Quijote büyük bir insan kalabalığıyla karşılaştı. Sonradan öğrendiğine göre bunlar, Murcia’ya ipek almaya giden Toledo’lu tüccarlardı. Altı kişiydiler, yanlarında güneşe karşı şemsiyeleri, dört tane atlı hizmetkâr, üç tane de yaya katırcı çocuk vardı.
Don Quijote kendilerini görür görmez, yeni bir serüvenle karşı karşıya olduğunu düşündü. Kitaplarında okumuş olduğu âdetleri elinden geldiğince taklit etmek isteğiyle, aralarından biri duruma çok uygun gibi göründü gözüne. Ve böylece, sakin bir tavırla, cesurca, ayaklarını üzengilere iyice yerleştirdi, mızrağını sıkıca kavradı, kalkanını göğsüne yapıştırdı ve yolun ortasında durup gezgin şövalye olduklarına kanaat getirdiği adamların yaklaşmasını bekledi.
Görülebilecek, işitilebilecek mesafeye geldiklerinde Don Quijote kibirli bir edayla, yüksek sesle, dedi ki: “Dünya yüzünde La Mancha imparatoriçesi, eşsiz Dulcinea del Toboso’dan daha güzel bir kadın olmadığını herkes itiraf etmedikçe, kimse kıpırdamasın.”
Bu sözleri duyan ve konuşan tuhaf adamı gören tüccarlar durdular. Hem görünüşünden, hem de sözlerinden, deliliğini hemen farkettiler, ama kendilerinden beklenen itirafı iyice anlamak istediler; aralarından biraz alaycı ve çok esprili olan bir tanesi konuştu:
“Saygıdeğer şövalye, sözünü ettiğiniz bu soylu hanımı biz tanımıyoruz. Onu bize gösterin, eğer dediğiniz kadar güzelse, hiç direnmeden, seve seve, bizden istediğinizi yapar, gerçeği itiraf ederiz.”
“Onu size gösterirsem,” dedi Don Quijote, “apaçık bir gerçeği itiraf etmiş olacaksınız. Önemli olan, kendisini görmeden inanmanız, itiraf etmeniz, onaylamanız, yemin etmeniz ve savunmanızdır. Aksi takdirde, benimle savaşacaksınız, garip, kibirli beyler. Şimdi, ister şövalyelik yasalarının emrettiği şekilde teker teker gelin, ister sizin gibilerin yakışıksız âdetleri uyarınca hep birlikte gelin; hakkın benden yana olmasına güvenerek, sizi burada bekliyorum.”
“Saygıdeğer şövalye,” dedi tüccar, “buradaki tüm prenslerin, hepimizin adına zat-ı âlinize yalvarıyorum, hiç görmediğimiz, duymadığımız bir şey konusunda, üstelik Alcarria ve Estremadura Kraliçe ve İmparatoriçelerinin aleyhinde bir itirafta bulunarak vicdanımıza bir ağırlık yüklemek istemeyiz; saygıdeğer şövalye, bize bu hanımın bir resmini gösterin hiç değilse, bir buğday tanesi büyüklüğünde bile olabilir, çünkü çilenin tamamı bir parça iplikten de anlaşılır. O zaman biz emin oluruz, zat-ı âliniz de isteğinize ve memnuniyete kavuşursunuz. Zaten şimdiden sizin tarafınızda sayılırız; şöyle ki, resminden bir gözünün kör olduğunu, ötekinden kanla irin aktığını görsek bile, zat-ı Alinizin isteğini yerine getirmiş olmak için, onu göklere çıkaracağız.”
Don Quijote öfkeyle cevap verdi:
“Alçak, şerefsiz! Onun gözünden sizin söylediğiniz şeyler değil, şişeleri pamuklara sarılan amber ve misk kokuları fışkırır. Tek gözü kör de değildir, kambur da; Guadarrama iğleri kadar düzgündür. Ama sizler benim sevgiliminki kadar muhteşem bir güzelliğe hakaret etmenin cezasını çekeceksiniz.”
Bunları söyledikten sonra, mızrağını, konuşmuş olan tüccara doğrultup öyle bir hiddetle saldırdı ki, şansına, Rocinante yolun ortasında tökezleyip düşmese, cüretkâr tüccarın durumu kötü olacaktı. Rocinante düştü, sahibi de epey bir süre kırlarda yuvarlandı; kalkmak istiyor ama kalkamıyordu; mızrağı, kalkanı, mahmuzları, miğferi, eski zırhının ağırlığı engel oluyordu. Doğrulmaya çabalayıp beceremedikçe, “Kaçmayın korkaklar,” diyordu, “bekleyin sefiller, böyle yere serili olmam kendi kabahatim değil, atımın kabahati.”
Adamların yanındaki katırcı çocuklardan biri, pek iyi niyetli olmasa gerek, zavallı adamın yerlerde sürünürken böyle kibirli sözler söylediğini duyunca dayanamayıp kaburgalarına karşılığını oturtmak istedi. Yanına yaklaşıp mızrağını aldı ve birkaç parçaya böldükten sonra, bir tanesini eline alıp bizim Don Quijote’ye öyle bir vurmaya başladı ki, üstündeki zırha rağmen, canını çıkardı. Efendileri, o kadar vurmasın, bıraksın diye sesleniyorlardı, ama oğlan sinirlenmişti bir kez, bütün sinirini boşaltmadan bırakmak istemedi. Mızrağın diğer parçalarından da yararlanıp hepsini zavallı düşkünün üstünde paramparça etti. Don Quijote ise, bu sopa yağmurunun altında bile çenesini tutmuyor, yere, göğe, haydutlara (onun gözünde adamlar öyleydi) tehdit yağdırıyordu.
Oğlan yorgun düşünce tüccarlar yollarına devam ettiler; zavallı adamın yediği dayak yol boyu konuşma malzemesi olmuştu onlara. Don Quijote yalnız kalınca tekrar ayağa kalkmayı denedi; ama sağ salimken kalkamadıktan sonra, dayak yemiş, neredeyse canı çıkmış halde, nasıl kalkacaktı? Her şeye rağmen kendisini mutlu sayıyor, olanları gezgin şövalyelere özgü bir talihsizlik kabul ediyor, bütün kabahati atına yüklüyordu. Bir türlü doğrulamıyordu, bütün vücudu paramparça gibiydi…
La Mancha’lı Yaratıcı Asilsade DON QUIJOTE, Miguel de Cervantes Saavedra (Çeviren: Roza Hakmen), Cilt 1, ss.: 68-70, YKY, 2017.