UYARI: Yazı “spoiler” içermektedir. Yani filmi izlemeyenlerin filmden duyacağı heyecanı ve alacağı keyfi törpüleme ihtimali vardır.
Filmin Kısa hikâyesi:
Anlatımda kronolojiye riayet etmeyen film bir akıl hastanesinde başlıyor. Deli olduğu düşünülen John Trent başından geçenleri doktora anlatmaktadır. Film bu anlatı eşliğinde John Trent’i bu duruma düşüren olaylar dizisini başa sarıyor.
Romanları, okuyanlar üzerinde garip bir etki yaratan popüler korku yazarı Sutter Cane ortadan kaybolmuştur. Onun bulunması ve son kitabının basılmaya hazır nüshasının getirilmesi işi yayınevi tarafından John Trent’e teklif edilir. John Trent; her şeye şüpheyle bakan, görünenin ardındakini sorgulayan bir sigorta müfettişidir. Trent, her ne kadar kitabın satışını artırmak için böylesi sansasyonel bir kayboluşun yayınevi tarafından planladığına inansa da işi üstlenir.
Cane’nin izini süren Trent’in, kitap kapaklarının gizli bir haritayı oluşturduğu yönündeki ipucuna ulaşması fazla vaktini almaz. Bunun üzerine hemen yola koyularak, yayınevi editörü ile birlikte, haritanın yardımıyla garipliklerle dolu kasabaya ulaşır. John tüm bu yaşananların hâlâ yayınevinin bir oyunu olduğunu düşünmektedir. Fakat bir süre sonra, kasabanın tümüyle Sutter Cane’nin kitaplarında tarif edildiği gibi olduğu anlamaya başlar. Yani bilindik dünyanın dışındaki bu kasabada, kurgu gerçeğe dönüşmüştür.
Kötücül yaratıklar ve zombileşen insanların yer aldığı kasabada Sutter Cane’e ulaşılır. Bu durum Sutter Cane’ni şaşırtmaz. Basılmak üzere hazırladığı son romanını bilindik dünyaya götürmesi için John Trent’i beklemektedir zaten. Trent, bilindik dünyanın sonunu getirecek bu işten kaçmaya çalışsa da bunda muvaffak olamaz. Kitap basılıp çoğaltılmaya başlar.
Kasabadan gerçek dünyaya dönen Trent, kitabın etkisiyle aklını yitirmiş insanlar ve zıvanadan çıkmış bir ortamla karşılaşır. Trent’in kasabadaki yaşadıklarını anlatması ve kitabın etkisindeki bir okura saldırması filmin başında gördüğümüz akıl hastanesine kapatılmasını netice verir. Bu sırada, kitabın etkisindeki okurların yarattığı kargaşa ortamı bilindik dünyanın sonunu getirecek şekilde bir hastalık gibi yayılmaya devam etmektedir. Kitabı okuyup aklını yitirenler çoğaldıkça Trent’in dünyadaki son akıl sahibi kişi olma riski artmaktadır. Nihayetinde o da kitaptan uyarlanan filmi izleyerek aklına veda edecektir.
Filmin Analizi:
Filmde günümüz için klişe kabul edilecek korku imge ve yöntemleri mevcut olsa da; işkenceci polis, kır saçlı bisikletli ve zombi tavırlarıyla ailelerinden uzaklaşan kasabadaki çocuklar insanın içine ince bir korku salan başarı korku temalarıdır. Görsellik teknolojisinin zamana yenik düşmesini ise seyircinin insafla karşılaması gerekiyor.
İnsanlık tarihinde her şeyin zıvanadan çıktığı, makulün mumla arandığı birçok karanlık dönem vardır. Filmi böylesi bir dönemin temsili olarak düşünebiliriz. Bu vasatta, John Trent; aklı ve mantığı temsil etmektedir. Kahramanımız, “Gerçek gerçeğe” sımsıkı tutunarak aklın kavramaktan aciz kalacağı yeni dünyaya geçit vermemeye çalışıyor. Böylece kurgunun, gerçeği yerinden etmesine gücü yettiğince direniyor.
Fakat ne garip bir ironidir ki, makulü savunan ve mantık insanı kahramanımız akıl hastanesine kapatılıyor. Dışardaki delileri hatırlayınca, Trent’in kapı girişine “tımarhanenin dışı” yazılması gönlümüze su serperdi. Bununla birlikte filmdeki en akıllı adamın deli muamelesi görmesi, “irrasyonalitenin” yeni “rasyonalite” olduğu mesajını seyirciye ulaştıran çarpıcı bir anlatım olmuş . Filmin ana konu ekseninin bu resmediliş etrafında döndüğünü söyleyebiliriz.
Son rasyonel insan peki ne yapmalı bu durumda? “Gerçeğe” sadık kalarak sürekli acı mı çekmeli; yoksa yeni moda, eskinin irrasyonalitesine geçiş mi yapmalı? Filmi izlerken eğer John Trent ile kâfi miktarda duygudaşlık kurabilirseniz (Çoğunluğun sayısal eziciliği ve seslerinin gürlüğü son kalan kişi olmasanız da kendinizi John Trent gibi hissettirmez mi bazen?) “Ben olsam ne yapardım?” sorusunu kendinize yöneltiyorsunuz. Soru zihnimizin bir köşesinde bekleyedursun biz devam edelim.
Kahramanımız önündeki seçeneklerden ikincisini tercih ediyor. Ama bu geçişi kendisine yaraşır bir şekilde, prensiplerine uygun olarak, yani romanı okumak yerine (kitap okumaktan pek hazzetmiyor zira!) filmini izleyerek gerçekleştiriyor. Kahramanımız, romandan uyarlanan filmi izlerken başından geçen “gerçeklerin” daha evvelden kitapta kurgulandığını anlıyor. Kitap, bir nevi Levh-i Mahfuzmuş meğer! Bu son sahne yürek burkucu ve iç parçalayıcı bir trajikliği barındırıyor, hem de en kesifinden! Bu sahneye çok üzülüyor, bundan derinden etkileniyoruz. Ama o da ne, Trent kahkahalarla gülüyor! Gülecek tabi diyor, buna da hak veriyoruz. Zira Karl Marx’ın Lous Bonapart’ın On Sekiz Brumaire’inde dediği gibi, “Evet tarih tekerrür eder ama birincisinde trajedi ikincisinde ise fars (komedi) olarak.”
Film gerçekten bitiyor mu?
Bir sinema salonunda, koltuğuna oturur vaziyetteki John Trent acı kahkahalar atarken film sonlanıyor. Film boyunca Trent’in yaşadıklarını izlerken son sahnede Trent’in kendi tarihini izlemesine tanık olmuştuk. Eğer film bitmeseydi, Trent’in kendi kahkahalarını önündeki sinema perdesinden tıpkı bizim gibi seyrettiğini görebilecektik. Kendi tarihinin tekerrürünü izlemesi, Trent’i “seyirci” konumuna (yani bizim konumumuza!) taşıyacaktı. Bu tekerrürler sonsuza dek uzanırken, bunları adlandırmada Marx dahi kifayetsiz kalacaktı. Film biterken “tarihi ve ona tanık olanı izleyen” olmakla yetiniyor seyirci. Filmin son sahnesinin ardını elbette ki filmde değil; yaşadığımız hayatta yani “kendi gerçeğimizde” arayabiliriz. Bu çıkarım -klişe olsa da anlalandırmada işlevselliğe sahip- dünyanın bir sahne olduğu ve tarihin tekerrürüne tanık bir hâlde rollerini oynayan kişiler olduğumuz düşüncesine yakınlaştırıyor bizi sanırım.
Gelecek kader olabilir mi?
Okurların aklını oynatmasının sebebi, Sutter Cane romanlarındaki ideolojik veya dini bir iksir miydi acaba? Kesin bir şey söyleyememekle birlikte problemin daha derinde olduğunu hissediyoruz. Sutter Cane’i dahi aşan bir kötücül durum var galiba. Evet, olacak olan oluyor ve buna kimse mani olamıyor (Bu artık ne demekse…). Varılan kasabada dönüp dolaşıp aynı yere çıkan yollar ve yakılarak basılması engellenen kitabın okurlarına ulaşabilmesi, “kaderden kaçış yok!” diyor (“bindik bir alamete gedeyoz kıyamete” durumu). “Ama gelecek nasıl kader olabilir Allah’ım, henüz daha gelmemişken?” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Belki de insanlık tarihi için de ne yapılırsa yapılsın irrasyonalitenin galibiyetine engel olunamadığı dönemler vardır ve film buna işaret ediyordur, kim bilir?