Zübük (Kağnı Gölgesindeki İt)


“Mürüvvete endâze olmaz…”
s. 71.

Atalarımız, en havalı, en yüksek yere, mezarlık yapmışlar. Hıdırlık’ın altı hep mezarlık. Yel vurdu muydu, kabristan toprağı kasabanın üstüne serpilir. Şimdi anladın mı Bey, neden buralara ölü toprağı serpilmiş…
s. 134.

[Zübükzâde’nin belediye reisi adayı yapılmak istenmesinin gerekçesi.]
Düşündük taşındık, hakikat aramızda Zübükzâde’den daha namussuzu yok ve sipariş üzerine olsa, ondan da namussuzunu bulamayız.
s. 162.

[Çiftverenoğlu Hamza, Gedikli İhsan, Aklı Evvel Bedir Hoca ve Tüccardan Emin Efendi “Zübükzâde İbraam Bey’i” belediye reisliği adaylığına ikna ediyor. Hadise, Allah’ın kulu İsmail Efendi’nin anlatımıyla aktarılmaktadır.]

Yalvar yakar olduk, önüne yatıp yuvarlandık.
— Sâyende İbraam Bey, şu kasaba şenlensin…
Gel bizi kırma. Belediyemize reisliği kabul et!

Zübükzâde İbraam Bey’in iki gözünden iki damla yaş süzüldü,
— Kabul ediyorum… dedi, durdu.
Acaba gene ne gibi bir keramet buyuracak diye ağzının içine bakıyoruz.
— Velâkin…
Gene durdu. Edepsizin ağzından lâf dirhem dirhem çıkıyor.
— Buyur ibraam Bey, buyur. Velâkin dedin durdun…
— Velâkin bazı şartlarım var.

Çiftverenoğlu da gayri belediye reisliğinin elden gittiğini anlamış, hiç değilse Zübük’le arayı açmıyayım diye, o hepimizden ateşli,
— Her ne gibi şartın şurtun varsa, her bir buyruğun canbaşüstüne! …dedi.

Zübükzâde ahlaksızı zorla gözünden akıttığı iki damla yaş çenesinden süzülürken,
— Arkadaşlar, dedi, birinci şartım şu ki, hep insanız, beşer şaşar…Yanılmak insanoğluna vergi. Evelallah belediye seçimini kazanırız. Ben de, mâdem istediniz belediye reisi olurum. Makam insanın başını döndürür. Eğer benim de başım döner, yanlış bir iş yaparsam ve de sizler beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz…

Bey, bu Zübük’ün bir sesi var, beri benzeri tiyatro oyuncusunda böyle ses bulunmaz. Yahu, herifin alçaklığını benden iyi bilen yokken, o sözleri dinleyince içim bir hoş oldu, gözlerim sulandı. Bu kez ağlama sırası bize geldi. Sesini titrete titrete “Beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz” demiyor mu, insanın hamiyet damarları kabarıp yaşlar göz pınarlarından taşıyor.

Çiftverenoğlu Hamza dürzüsü,
— Nâmerdiz! diye bağırdı.
Tüccardan Emin Efendi yaşından başından utanmadan,
— Başka emrin? diye sordu.

— Estağfurullah… İkinci şartım şu ki, hiçbir kimseden dalkavukluk istemem. Çünkü, neden derseniz, bu alkışa, dalkavukluğa insanoğlunun yüzü yumuşak… Ola ki ben de şeytana uyar sapıtırım.

Hâşa peygamber gibi konuşuyor.
— Beni baştan çıkarmayacaksınız. Bana doğru yolu göstermezseniz alçaksınız.

Kendimi zaptedemedim,
— Alçağız! diye bağırdım.

ss. 167-169.

[Kasabaya “aydın” gözüyle bakan (yeni atanmış Almanca öğretmeni) burada konuşulan dili Evliya Çelebi’nin anlatımı ile benzeştiriyor.]

Geçen gün, buraya yanımda getirdiğim kitapları karıştırırken, bu kasaba insanlarının hangi dili, kimin dilini konuştuklarını iyice öğrendim. Bu, Evliya Çelebi’nin dili diyorum ben. [..]

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde “Görmeli, analar e yiğitler doğurmuş”, “Emir Hüdadan, takdir-i ilâhi böyleymiş”, “Şimden geri sana gurbet göründü”, gibi cümleleri okurken, yanı başımda tüccardan Emin Efendi konuşuyor sandım. Evliya Çelebi’nin büyütmeleri, abartmaları nasılsa, bunlar da öyle büyüterek abartarak konuşuyorlar, tıpkı o espriyle, o benzetiş, tıpkı o şiirli dille…

Evliya Çelebi fırtınalı denizdeki gemiyi şöyle anlatıyor:

“Kâh evc-i âsümana çıkıp geminin sütunu bulutlara dokunuyordu, kâh ka’r-ı deryaya inip gûya Gayya deresi denen derk-i esfele inmiş sayılırdı.”

Amma atmış Evliya Çelebi değil mi? Hayır bana kalsa atmamış, şiir söylüyor. Sözü yalan değil, bir gerçeği daha belirtmek için söz sanatı.

Evliya Çelebi’nin fırtınadaki gemiyi anlatması nasılsa, buralının da Zeybekzâde Kara Yusuf Efe’nin bıyıklarını anlatması öyle: “Bıyığının bir ucu güneşte, bir ucu ay’da” diyorlar. Bu abartmada karşısındakini kandırma yok. Bu dilin esprisine girilince bunun kandırmaca değil, gerçeği daha iyi belirtme olduğu kolayca anlaşılıyor, olaylara büyüteç altından bakıyorlar.

Evliya Çelebi nasıl sık sık “Can başına sıçrayıp”, “Kahpe dölü”, “Canım ağzıma gelip”, “Lafa kulak verile”, “Cenk hâlidir, böyle olur deyip, geri durmak hamiyetine el vermedi, yakışmaz” gibi cümlelerini tekrarlamışsa, buradakiler de bu söz dizileriyle konuşuyorlar.

Bir memurun elli lira rüşvet aldığını duyulmuşsa, onu burada şöyle anlatıyorlar:
— Beş katar devesi altın yüklü gidiyormuş, görenler var…

Elli lira rüşvet, beş katar deve yükü altın oluyor. Ama ortada yalan yok. Düşen iki mermiyi “Bir yaylım kurşun serpildi” diye anlatıyorlar. Bana bu şiirli bir dil geliyor. […]

Seyahatnamesinde Çelebi’nin anlattığı bir abartma var ki, buna kendisi bile inanamaz. Tabanı Yassı Mehmet Paşa’nın imamı Yahya Efendi anlatıyor:
“Erzurum’da kalmış Murtaza Paşa’ya imdada gidiyorduk. Bir mızrak boyu karı sökerek ilerliyorduk. Kardan deve boynu geçidini aşamadık. Cephane ve hazine karda kaldı. Tabanı Yassı Mehmet Paşa’nın ağalarından Mehmet Ağa canından bezip, kemerindeki iki bin altını, çadır yerini hançeriyle kazarak gömdü. Gökyüzüne bakıp bir mavi bulut parçasını nişan koydu. Mehmet Ağa on ay sonra adamları ile buraya geldi. Nişan koyduğu bulutu bulup, onun altındaki yeri kazarak gömülü altınları aldı. Erzurum’a geldi.”

Bu abartmaya artık Evliya Çelebi bile dayanamamış da,
— Gökyüzünde uçan bulut on ay sonra aynı yerde bulunur mu? demiş.

Aldığı cevap:
— O sene öyle bir kış oldu ki… Bulutlar bile donmuştu…

ss. 196-198

[Kasabaya “aydın” gözüyle bakan (yeni atanmış Almanca öğretmeni) iç muhasebesini mektup arkadaşıyla paylaşıyor.]

Buraya gelmeden önceki iyi niyetli aptallığımı düşünüyorum, içimi bir halk dalkavukluğu kaplamıştı. Bizi nasıl kandırdılar, aldattılar, sonunda, halk dalkavuğu yaptılar. Halk bilir, halk herşeyi bilir, halkta büyük bir sezgi vardır.

“Halk her şeyi bilir” demek dalkavukluğu bile, halkı kendilerinden ayrı, bambaşka, umacı koskocaman bir dev yaratık görmek değil de nedir? Yalandan halkı sever göründükçe halka dalkavukluk ettikçe, bu yalanlara gerçekten inanan benim gibi tek-tük kişiler, bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, geriliğin kızgın, sonsuz çölüne sızan cılız sular gibi kuruyup, bitip gideceğiz.

“Halk bilir, halk sezer” sözünde, dikkat et, halkı bir küçümseme, hiçe sayma, sevmeme var. Yalan, bir büyük yalan içinde uyuşmuşuz. Halk hiçbişey bilmiyor, hiçbişey sezemiyor. Bilse, sezse, bunca yüzyıllardan beri, aldatılır, kandırılır mıydı? Nasıl bir uyuşturucu yalan bu… Gerçekten bu halkın bilip öğrenmesini istememişiz. İsteseydik, önce halkımızı bütün acı gerçekleriyle tanır, ondan sonra ne yapmamız gerektiğini düşünürdük. Kendi halkımızı oluştan üstün saymak neden, Tanrı bir okur-yazar bile olmayan insanlara iltimas mı yapmış?

s. 276

[Kasabaya “aydın” gözüyle bakan (atanalı 3 yıl olmuş Almanca öğretmeni) artık siyasetteki parlak devirlerini geride bırakan Zübükzâde ile konuşuyor.]

— [Zübükzâde] Benim için üç yıldır burada epey dedikodu duymuşsundur, dedi, sağ olsun hemşeriler kulağını şişirmişlerdir.   

Hiç saklamadım. Onun için duyduklarımdan birkaçını anlattıktan sonra,
— Nasıl olur da sizin gibi bir adam, iktidar partisinin içinde tutunamaz? Çok şaşıyorum, anlatılanların yüzde birine inanmak gerekse, siz şimdi bakan makan olmalıydınız. Hiç değilse bir umum müdür olurdunuz… dedim.

Tıpkı oralıların yerli ağzıyla konuştu:
— Ne demezsin… Ankara’ya varmadan biz de öyle bildik kendimizi. Lâkin Meclise varınca ne görsek… Orda öyle zübükler var ki, hey heey, bizim zübüklüğümüz hiç sökmüyor. Analar ne zübükler doğurmuş kardeşim. Bizim zübüklüğümüz orda para etmedi.

s. 319.

(İmla ve noktalamada kısmi düzeltmeler yapılmıştır.)
Zübük (Kağnı gölgesindeki it), Aziz Nesin, Tekin Yayınevi, Ankara, 1972.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir