Suyu Arayan Adam


İstanbul banliyösünün köşkleri, konakları, bahçeleri, bağlar yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyler pek çabuk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı.

Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım topraklara benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Kel tepeler, çiğ bir güneş altında kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir yeşil dal görünmüyordu. Tren bile steplere daldıkça çevikliğinden bir şeyler kaybediyor gibiydi. Yorgun, şikâyetli bir didinme içinde yol almaya çalışıyordu.

Yaylaya girdikçe trenin hareketi daha da ağırlaştı. İstanbul’dan yüklediği kömürü de tüketmişti. Artık şurada burada bulunan artıkla, istasyonlara istif edilen söğüt, kavak odunlarıyla yol almaya çalışıyordu. Yokuşlarda, rampalarda takati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlardan inen çocuklar tek başlarına, yahut ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde demiryolunun sağında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüyüp gidiyorlardı.

Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık karşısında ve içinde bulunuyorduk. Fakat ne var ki, gördüğüm Anadolu benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarında haykırdığımız Anadolu’ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu herhalde buraları olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalayarak her gün biraz daha çölleşiyordu.

Köy denilen şey, bozkırın boşluklarında kaybolmuş birtakım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydiler. […]

Bir büyük masal ki sonu hiçlikle biter…

Uyumaya çalışırsınız. Uyumak ve unutmak? Bazen uyku ve unutuş, ne kadar kurtarıcıdır. Önümüzde ise aşılacak daha nice uzun yollar var…

Kayseri’deki menzil kumandanı duygulu bir adamdı. Bize yol için vasıta arıyordu.
-Sizi araba kolu ile göndereceğim, dedi.

Fakat bu kol bir türlü görünmedi. Sonra ümitler deve koluna, hatta gelen geçen askeri birlik döküntülerinin cılız mekkâre hayvanlarına bağlandı. Fakat onlar da olmadı. Nihayet menzil kumandanı bir gün pazar yerine küçük bir baskın yaptırdı. Ele geçen eşeklerden, üçer beşer kişilik gruplara eşyaların yüklenmesi için birer tane dağıtıldı. Bize verilen eşeğin ne semeri, ne yuları vardı. Sırtı da cılk yaraydı.

Sahibi, bitkin bir ihtiyardı. Eşeğin başından bir türlü ayrılmıyordu. Bütün varlığı elinden alınan ve onu kurtarmak için her şeyi göze alan bir insanın inadıyla peşimizden koşuyor, hanın, kahvenin kapısında geceliyordu.

Sonra bir akşam, hava kararınca, menzil kumandanından gizli, onu yanımıza katıp, eşeğini de şehir kenarında kendisine teslim edince, önce buna inanamadı. Sonra işin ciddi olduğunu anlayınca da söyleyecek söz bulamadı. Elimizi öpmek mi, ayağımıza kapanmak mı, yoksa boynumuza sarılmak mı lazım geldiğini bir türlü tayin edemiyordu. Bazen gülüyor, gene birden ağlamaklı oluyordu. Sonra dua etmek aklına geldi. Fakat bu sefer de ağlamak sırası galiba bize geliyordu. Onu yaralı eşeğiyle şehrin kenarından, gecenin bağrına dalan tozlu yollara âdeta zorla iteledik.

Yerimize dönerken, biz de aramızda konuşacak söz bulamıyorduk. Biz üç arkadaş, üçümüz de fakir çocuklarıydık. Bizim de babalarımız böyle ihtiyar toprak adamlarıydılar. Beylerin yanında bağ, bahçe işleri veya şurada burada ırgatlıkla geçinirlerdi. Fakat bizde toprak, hiçbir zaman bu kadar sefil değildi. Bizde sefalet, bütün varlığı bir uyuz eşekten ibaret olan bu bitmiş ihtiyarın yoksulluğuyla kıyaslanacak kadar derin olmamıştı.

Şevket Süreyya AYDEMİR, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitapevi, 2017, ss. 62-67.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir